Mehmet Yaşın: Şiir bir şey anlatmak için yazılmasa da anlattığı şeyler vardır

Abdullah Ezik

Mehmet Yaşın’ın yeni şiir kitabı ‘Eeen Güzel Şey’, İthaki Yayınları tarafından yayımlandı. Yaşın, ‘Eeen Güzel Şey’de hayata, yaşamın güzelliklerine ve insan ilişkilerine dair farklı bir söylem geliştirmeye devam ediyor.

Mehmet Yaşın ile yeni şiir kitabı ‘Eeen Güzel Şey’ üzerine konuştuk.

‘Eeen Güzel Şey’, her şeyden önce dile uğraşan, cebelleşen, dil üzerine düşünen bir şairin kitabı. Öyle ki dil meselesinin izlerini kitabın ilk şiiri ‘Self-Destructive’ ile görmeye başlıyoruz. Söz konusu dil olunca bir şairin dil üzerine düşünmesi, dil üzerine çalışması da farklı bir anlam ifade ediyor. Gerek ‘Eeen Güzel Şey’, gerekse diğer kitaplarınız üzerinden “dil”, “dili biçimlendirme” ve “dil ile biçimlenme” sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor?

Bildiğiniz gibi Türkçenin farklı konuşulduğu bir ülkede doğdum. Aslında Türkçelerin demeliyim. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin diğer resmi dili Elence de Yunanistan’dakinden farklı konuşulur. Türkçeyi ara-yerde konuştuğum gibi, şu sıralar çoğunlukla Atina’da yaşayan biri olarak Elencem de öyle. Kıbrıs dahil, her yerde dilim nedeniyle dışarıdan sanıldığım vakidir. Amerikan ve İngiltere İngilizceleri arasında konuşanların diline “mid-Atlantic” derler ya, benimki de “mid-Mediterranean” gibi bir şey olmalı!

Babam, İstanbul Vefa Lisesi’ni bitirince Kıbrıs’a taşındığından “Türkiyelice” konuşurdu. O vakitler İstanbul Türkçesi diye bir ifadeyi bilmezdik ve diğer Anadolu lehçeleriyle karşılaşmamıştık. Anneannem 1972’de 96’sında ölene dek kendisine Osmanlı demiş ve “eski Türkçe” diye tabir edilen bir lisanla konuşmuş biri. Annem, tıpkı yakın arkadaşı olan Ulus Baker’in annesi şaire Pembe Marmara gibi bir çeşit Lefkoşa aydın Türkçesi konuşsa da çevremizdeki birçok insan ağır bir Kıbrıs Türkçesiyle konuşurdu. O nedenle bütün bu Türkçeler, ki içlerine her zaman Elence, İngilizce, İtalyanca, Arapça gibi dillerden sözcükler karışır ve cümle yapıları, bağlaç düzenleri de öteki dillere göre değişirdi, benim dilim oldu. Babamın Türkçe kitabevleri linki vardı. Mesela Yaşar Kemal’i Türkçesinden büyük bir hazla okuduğum halde bana Azerbaycan kadar uzak diyarlarda yazılmış gibi gelirdi. Önceleri bunun işlediği konuların, karakterlerin bizim dünyamıza yabancı olmasından kaynaklandığını düşünüyordum ama hayır, o müthiş dili nedeniyle de öyleydi. Hele şair olmaya kalkışınca dil üzerine daha çok düşünmem kaçınılmaz oldu. Kendimi yazı yoluyla ifade edebilir miydim eğer dillerimi kullanamayacaksam? Ya bu dillerin edebiyat-içi bir niteliğe, şiirselliğe de sahip olmasını nasıl sağlayabilirdim? Peki ya anlam kaymasına uğrayan sözcüklerin değişmiş anlamları, imalarıyla, benim tarihsel hafızamdaki göndermeleriyle okunmasını?..

Türkiye’nin yaşamadığı bir tarihten geldiğim için haliyle farklılaşan şiirimi, aynı zamanda Türkçe edebiyatın bütünü, yani Türk ya da Türkiye edebiyatının bir parçası olacak biçimde nasıl kurabilirdim peki? Farklı formatlar da gerektirmez miydi bu? Sorgulamalar, sorgulamalar… Sonunda İstanbul Türkçesi içinde Kıbrıs Türkçesinden esinlenişleri, Osmanlıcadan kalma Türkçeyi, Makedonya Türkçesi ile Azericeyi, İstanbullu Rumların Türkçesini, hatta ölü dil sayılan Karamanlıcayı kullandım. Ölü bir geçmişe merakımdan değil, aksine halen hayatta olduğumuz okunsun diye. Daha doğrusu hayatta kalabileyim diye… Dilin biçimlendirdiği ve ancak dil tarafından biçimlendikçe anlaşılabilecek bir varlık olarak şiir ve edebiyatın öznesi olabilmek için.

‘KİTAP YUNAN KÜLTÜRÜNE GÖNDERMELER YAPIYOR’

Geliştirdiğiniz dramatik ve anlatımcı lirizm, şiirin yapısını ve düşsel dünyasını belirleyen/geliştiren temel dayanaklardan birisi. Özellikle şiir gibi bir edebi türde anlatmak kadar anlatımı biçimlendirmek, anlatım tarzına karar vermek de son derece başat bir karar olarak görülebilir. Sizin yıllardır ilmek ilmek işlediğiniz bu dramatik ve anlatımcı lirizmin merkezinde yatan temel düşünce nedir?

Öncelikle belirtmek gerekecek ki buradaki “dramatik” ve “lirik” ifadelerini antik çağdan gelen klasik tarifleri ötesinde anlamak lazım. Kitaptaki şiirlerden birinde dendiği üzere “Şairlerin hâlâ en kral çiçeği, kraliçesi de olan gülün” taç yapraklarının kat kat açılması gibi dramatik unsurun dizeden dizeye kâh beklenmedik sıçrayışlarla, kâh bir iç gerilimle ilerlemesi lirik unsura derinlik, kapsayıcılık katar. “Anlatımcılık” ise genellikle Anglo-Amerikan geleneğine atfedilen naratif şiir tarzı ötesinde, sanırım benim yazdıklarımda Yunan şiirine de yaklaşıyor. Kaldı ki ‘Eeen Güzel Şey’ yalnızca Elence şiir parçaları içermiyor, tümüyle Türkçe yazılanlarda da Yunan kültürüne göndermeler yapıyor. O nedenle kitabın sonuna açıklayıcı bir “Notlar” bölümü ekledim. Şiir bir şey anlatmak, bilgi aktarmak niyetiyle yazılmasa da anlattığı şeyler vardır ve sıra dışı bir biçimde epistemolojiye bağlanır.

Son dönemde felsefe ve şiir ilişkisi hakkında Thomas Nagel’in öne sürdüğü tartışmalı görüşlere bakılırsa, şiir sanatı hiçbir bilim dalının sunamayacağı özel deneyimlerden gelen bilgilenme kaynağı olabiliyor. Öznellik içeren yaşam deneyimleri şiirsel yaratıcılık yoluyla ender bir epistemik bilinçlenme yöntemi sunabiliyor. Bunu yaparken de bazen imgesel ifadelerle hissettirme, bilinçötesini harekete geçirme ya da bir sözcüğün sözlük anlam ötesinde sesleri itibarıyla çağrıştırdığı başka başka şeylerle anlam boyutunu genişletme gibi yollar izliyor. Şiirdeki anlatım tarzına, biçimsel kurgulanış ve söyleyişe karar vermek yazma sürecinde ortaya çıkar. El yordamıyla yapılan arayışlar zamanla kendi şiirimizin oluşumunu sağlar ki, bazen şair o kadar da farkında olmadan iz sürer. Yazdıklarımızda bizi rahatsız eden, tam yerine oturmamış duygusu veren bir şey varsa, onun ne olduğunu çözemesek bile, demek ki aynı şiiri farklı bir tarzda yazmalıyız. Daha doğrusu atmalıyız ki zaman sonra kendi anlatım tarzıyla yeniden gelebilsin, eğer geleceği varsa.

İlk şiir kitabınız ‘Sevgilim Ölü Asker’, 1984 yılında yayımlandı. O günden bugüne 40 yıllık bir şiir/edebiyat serüveni söz konusu. ‘Sevgilim Ölü Asker’den ‘Eeen Güzel Şey’e şiiriniz nasıl dönüştü? Bu 40 yıllık süreç, sizi, şiirinizi ve daha geniş bir çerçevede edebiyatınızı nasıl biçimlendirdi?

2024 ilginç bir yıl olacak o bakımdan. İlk şiirim 1969’da okul dergisinde yayımlanmıştı, baktım bazı yeni şiirlerimden bile iyiymiş! Eyvah herkes fark edecek! Yine de Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan ‘Toplu Şiirler’in başına koydum. Demek ki 65’inci yaşımda ilk şiirimin üstünden 55 yıl, ilk kitabımın üstündense 40 yıl geçmiş olacak. İlk sorunuza verdiğim yanıt, dil bağlamındaki evrimi az çok ifade etmiş olmalı. Geçen yıllar bana şiir ve edebiyatta kendim olmak konusunda daha ısrarlı, daha yetkin davranmayı öğretti diyebilirim. Dilden başlayıp merkezi Türk şiir ve edebiyat kanonun kitaplarıma gösterebileceği inkar veya ihmalin olumsuz etkilerinden arınmak önümü açtı. İzleklerim, yaklaşımlarım Türk şiiri içinde aykırı bulunabilir; kitaplarımın dayandığı zemin ve gelenekler nedeniyle ortak referans noktalarında, iletişim dili kurulmasında zorluk çıkabilir; hele yabancı dillerin şiirlerime karışmasının geçmişte yayımlanmalarını engellemesine benzer durumlar tekrarlanabilir gibi endişelerden tümüyle sıyrıldım. Aslında ‘Sevgilim Ölü Asker’ yazılırken de hiç böyle endişelerim yoktu. Bir Türk şairi olarak bana kabul-gösterilmesi sürecinde başladı. 1980’lerin ortasından 1990’ların ortasına dek kimi önde gelen eleştirmen ve dergilerin çoğu kez iyi niyetle uyguladığı bu tür ehlileştirme deneyimlerinden geçtim. Sonunda, 1994, 1995, 1999, 2000, 2002, 2005 yıllarında art arda çıkan deneme, eleştiri ve antolojik-inceleme kitaplarımla “Edebiyat kanonunun öngördüğü bir şair ve yazar olamıyorum, şu şu nedenlerle ben başka biriyim…” demek zorunda kaldım.

Sanıyorum ki hem ilk şiir kitabım ile ilk romanımın ödüller kazanıp merkezi yayınevlerinde yeni yeni baskılar yapması ve böylece okurlarla kalıcı bir bağ kurulması, hem de yabancı dillere çevrilmek ve uluslararası edebiyat ortamına bir biçimde dahil olmak kendi şiir ve edebiyatımı oluşturacak ufak bir alan yaratmakta bana yardımcı oldu. Parçalarımı İngiltere’de, Yunanistan’da ve daha başka ülkelerde toplayarak, gerek daha bir çoğulluk içinde gerekse daha bütünlüklü bir külliyat anlamında kitaplarımı ortaya koyma imkanı buldum. Şiirde tekrardan kaçınırken, eskiden yazılmış dizelerimize latent halde sızan bazı imgeler ve göndermelerin, söyleyiş biçimleri ve poetika temayüllerinin asıl izini sürmeniz gereken şeyler olduğunu da zamanla öğreniyoruz. Bu yolla şiirimiz kendilik kazandığı gibi derinleşiyor. Onca yıldan sonra teknik anlamda pek bir kusuru bulunamayacak şiirler yazmayı öğrenmek ise en tehlikelisidir. Çünkü o zaman şairine rağmen gelen ve pek tarif de edilemeyen o şiirsel elektrik kimseyi çarpmaz olur, ruh kaybolur.

Edebiyatınızın beslendiği kaynaklar ve nihayetinde kaleme aldığınız metinler (şiir, roman, deneme, eleştiri) üzerine sıkça konuşulan, tartışılan bir mesele. Ben ele aldığınız meseleler, kaynaklarınız, sorunsallarınız ve diliniz itibariyle sizin bir tür Akdeniz edebiyatı geliştirdiğinizi düşünüyorum ve şiirinizde bütün bir Akdeniz havzasını hissedebiliyorum. Bu noktada sizin bir tür Akdeniz edebiyatı geliştirdiğinizden söz edilebilir mi? Mehmet Yaşın şiirini nereye konumlandırmak gerekir? (Eğer böyle bir konumlandırma üzerinde durmak gerekirse elbette.)

Aslında bir konumlandırma gerekmediği halde ve ben her çevrildiğim dilde bu tür kategorilerle kitabımın sunulmasına tepki gösterdiğim halde, maalesef yayıncısından eleştirmenine, akademisyeninden okuryazarına tüm şiir ve edebiyat kurumsallaşmaları yazdıklarımızı belli bir diskura, edebiyat teorisinin varsaydığı bir çerçeveye oturtabiliyorlarsa kitaplarımız dolaşımda kalabiliyor. Mesela Türkiye’de romanlarımı “Muhacir Edebiyatı” çerçevesinde inceleyen akademisyenler çıktı. Tam öyle olmadığının farkındalar ama Türk romanı sınıflamaları içinde nereye koyacaklar? Post-kolonyal kurama göre ele almaya çalışanlar da oldu daha ziyade yabancılar arasında. Kıbrıs Britanya’nın kolonisiydi ya ve halen vatandaşıyım, naratif İngiliz şiirinden, edebi kaynaklarından etkilenmeler de yansıtıyorum. Fakat Türkçe yazıyorum, bu olmadı! Üstelik Avrupalı’yım Kıbrıs nedeniyle, İrlandalı edebiyatçıların durumuna benziyor yani. Bu kuramsa genellikle Üçüncü Dünya ülkelerini kapsıyor, neyse ki Müslüman’ım diye bir ucundan oraya çekilebilir. O halde “post-Osmanlı” da olabilir. Kaldı ki imparatorluk-sonrası edebiyat kategorisi giderek daha popüler oluyor. En fazla “çok-kültürlülük, çok-dillilik, hybridity, kozmopolitlik, vb.” çerçevelerde konumlandırma yapılıyor ki bu beni bunalttı. Şiirimdeki başka boyutların görünmesini engelleyecek kadar kalıplaşmış biçimde tekrarlanıyor. Akdenizliliğe de bağlanıyor böylece.

Eeen Güzel Şey, Mehmet Yaşın, 80 syf., İthaki Yayınları, 2023.

Eğer deneme kitaplarıma bakarsanız uluslararası toplantılarda “Akdeniz Edebiyatı” söylemini eleştirdiğimi göreceksiniz. “Dünya Edebiyatı” kavramından sonra hiyerarşide ikinci en tercih edilir konumlandırma olarak kabul görüyor ve Avrupa-merkezcilik tarafından belirleniyor. Bununla beraber haklısınız “Akdeniz Edebiyatı” içinde ele alınabilir yazdıklarım, hatta Türkçenin yegâne Akdenizlisi sayılabilirim! Neticede İtalya ve Yunanistan’da da Akdenizliliği belirleyenler ada kökenli şair ve yazarlar. Belki de Türkiye’nin adası olmadığından, adalı kültürlere uzak düştüğünden bugüne dek belirgin bir ekol olarak Akdeniz Edebiyatı ortaya çıkamadı. “Akdenizli Şiir” yazdığını söyleyen kimi şairlere yönelik görüşlerimi neredeyse 30 yıl önce, gerçekte İç Anadolu duyarlılıkları ve gelenekleriyle yazdıklarına dair örneklerle ele almıştım. Türk edebiyatında Akdeniz o kadar bir eksik ki Yaşar Kemal ve Halikarnas Balıkçısı gibi isimler büyük bir zorlamayla bu çerçevede inceleme konusu olabiliyor. Oysa Çukurova ve Ege edebiyatları ya da Mavi Anadoluculuk hareketi dünyada Akdeniz Edebiyatı diye bilinen şeyden oldukça farklı. Ben Akdenizliliği belirsiz kimlikler, akışkan aidiyetler, kültürel ve dilsel çoğulluklar, denizin kavuşturduğu birçok farklı edebiyata aynı anda bağlanabilme ve sürekli bir yazınsal yolculuk anlamında değerli buluyorum. Başka vesilelerle de söylediğim gibi, şayet onu tarif etmeye, kategorilere sokmaya kalkışırsanız bu değerli yanlarını yitirir… Sahi şimdi bir de “Queer teori” içinde şiirlerimi inceleyenler var. Değişen zamana göre uydurulmuş çeşit çeşit konumlandırılmalara belki de o kadar tepki duymamalıyım. Yeter ki tek bir boyuta indirgenmesin.

İKİ KÜLTÜRÜ HARMANLAYAN MIYIM, ONLAR TARAFINDAN HARMANLANAN MI?

Bu Akdenizlilik duygusu/düşüncesi içerisinde Türkiye ve Yunanistan kültürlerinin harmanlanması meselesi üzerinde de durmak istiyorum. Nihayetinde farklı kaynaklardan gelse de yüzyıllardır beraber, yan yana, birbirlerine paralel akan iki kültürden/anlayıştan söz ediyoruz. Siz bu iki kültüre nasıl yaklaşıyor ve ne tür bir harmanlama sürecine girişiyorsunuz?

Dediğiniz gibi benim şiirim ancak yüzlerce yıl geriye, Türkler ile Yunanların birlikte yaşadığı ulus-devlet ve modernleşme öncesine de bakılarak daha iyi anlaşılabilir. Niçin Sapfo ile Rumi’yi bir arada ele aldığım, durup Karamanlı diliyle hikayeler anlattığım, Ağios Yorgos’u neredeyse bilinç ötesi çağrışımlarla Hızır Dede’ye eş bir şiir motifi yaptığım, doğrudan ya da çevirmek suretiyle Elenceyi dizelerim arasına karıştırdığım herhalde böyle uzak bir geçmişle ilişkilidir.

Şu anda tabii “Türk” ve “Yunan” diye konuşuyoruz. Oysa doğduğum yıllarda Kıbrıs’ta Elence konuşanlar henüz Yunan, Türkçe konuşanlar ya da Elence konuşan Müslümanlar henüz Türk olamaya çalışıyorlardı. Olabildikleri de şüpheli, o süreç farklı biçimlerde devam ediyor. Kıbrıslı Rumlar gittikçe ayrıştı Yunan ulusundan ve Yunanistan onlardan umudu kesti. Genel ve kültürel Elenlik paydasında birleşiyorlar edebiyatta da. Kıbrıslı Türklerin Türk ulusuyla tam aynılaşmasından da Türkiye umudu kesti. Yerli halkın üç dört katı bir nüfusu Türkiye’den adaya taşımak suretiyle bir aynılık tesis etmeye çalışıyor. Bunun sonucunda Kıbrıslı Türk şiiri ve edebiyatı yanında, muhalif söylemler içerse de Türkiye’nin edeb, kanonuyla aynılaşan yeni bir “Kıbrıs’taki Türk Şiiri ve Edebiyatı” ortaya çıkıyor. Onlar benim çocukluğumda bildiğim Kıbrıslılardan çok, bugünkü KKTC’lilerin hikayesini anlattığı için, başka bir topluma ait gayet güzel kaleme alınmış metinlermiş gibi okuyorum. Hal böyle olunca, acaba ben bugünkü anlamıyla Türk ve Yunan ulusal kültürlerini kaynaştırmış mı sayılırım, yoksa ulus öncesi bir ortak hayatın son temsilcilerinden biri sıfatıyla zaten her iki tarafın kültürüne de sahip bulunduğumdan böyle bir ara-yerdelikten veya Orhan Koçak’ın bu kavram yerine şiirlerim için kullanmayı tercih ettiği “çoğul-yerdelikten” mi konuşuyorum? Türk şiirindeki kolektif duyarlıklar, izlekler ve tarzlarla tam örtüşmeyen şeyler yazmamın bir nedeni herhalde budur. Çocukluğum pre-modern dünyadan, modern ulus-devlet aidiyetini atlayıp küreselleşen post-modern dünyaya sıçramış böyle bir yerde geçti. İki kültürü harmanlayan mıyım onlar tarafından harmanlanan mı, orası net değil.

Şiirin/edebiyatın kaynakları, göndermeleri, ele aldığı sorunsallar başka bir hat üzerinden de değerlendirilebilir. Nihayetinde her şey bir merkez noktası üzerinden gelişir ve kaynakta yer alan metinler, şair ve düşünceler daha sonraki süreçte birçok şeyi belirler. Sizin de bu anlamda farklı kaynaklardan beslenen, zengin bir imge ve düş dünyanız var. Şiirinizin üzerine yükseldiği temel bir kaynak ve imge söz konusu mu?

Acaba bunlar eski Elen edebiyatı ve felsefesi, Akdeniz’in mitolojik ve dinsel kaynakları mı? Yoksa daha ziyade Shakespeare’e kadar uzanabilecek İngilizce şiir geleneği, ilk modern Türk ve Yunan şairleri mi? Cevap vermesi zor, ben masallara da düşkündüm. Temel bir imge seçmek daha bile zor… Belki şiirlerimi okuyacak olan başkaları daha isabetli bir şekilde bunu söyleyebilirler.

Birçok farklı türde ve dilde kalem oynatan bir yazarsınız. Türsel ve dilsel anlamdaki bu geniş yapı, şüphesiz yazım sürecinde sizi farklı şekillerde etkiliyor, besliyordur. Sözgelimi yeni şiir kitabınız ‘Eeen Güzel Şey’ ile yeni romanınız ‘Selam Metin Ben Berceste’nin birbirlerine yakın bir süreçte yayımlanması sizin çalışma pratiğinize işaret etmesi bakımından kıymetli. Sizin için şiir ve romanı/düzyazıyı birbirinden ayıran temel fark nedir? Mehmet Yaşın şiiri ile romancılığının birbirleriyle örtüştüğü ve birbirlerinden ayrıldığı noktaları nasıl tayin etmek gerekir?

Az önce dediğim gibi bazıları “post-modern” diye yorumlansa da muhtemelen “pre-modern” zamanlarla da alakalı olan bir türler ve metinler arasından yazıyorum. Modernizmin icadı olan birbirinden tamamen ayrıştırılmış edebİ tür sınıflamalarına pek bir inancım yok. O nedenle romanlarımın içinde şiir, şiirlerimin içinde öykü bulunabilir. Deneme, oyun, senaryo, manzum masal, düzyazı-şiir, makale, görsel malzemelerin anlatısı, vb. iç içe geçiyor veya birbirini doğuruyor.

İlk kez bir romanımın, gelecek Şubat’ta İthaki’den çıkacak olan ‘Selam Metin Ben Berceste’nin başına “Bilgilendirme ve Teşekkür” yazısı koydum. Oradan bir aktarma yaparak yanıt vermiş olayım: “Şairliğimden sıyrılmaya çalışmadan, aksine şiir kitaplarıma koşut olarak roman yazdığımı dikkatli okurlar yıllar öncesinden keşfetmiştir. Kızıma ithaf ettiğim yeni şiir kitabım Eeen Güzel Şey’de yer alan ve ‘Selam Metin Ben Berceste’yle aynı dönemde yazılan ‘Bebek’ (2016) adlı şiirin, ‘Eyy aptal erkeklik kadar aptallaşmış kadınlık / ötekinizim ben ikinizin’ diye biten dizeleri hem üslup hem yaklaşım açısından şiirden çıkıp bu romanın özü denebilecek yanlarından birini oluşturacaktı…”

Kendisini bütünüyle şiire, romana, edebiyata bağlamış her insan sonuçta bir külliyat yaratmaya başlıyor. Benim gibi 20’li yaşlarda ilk kitabı yayımlanırken böyle bir niyetle hareket etmese de, şiir ve edebiyatta kendimizi gerçekleştirme, tama eremeyeceğini bile bile tam etmeye çalışma sürecinde nevi şahsımıza münhasır bir külliyat çıkarıyoruz ortaya. Çıkarabilirsek tabii.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir