Gezi davasında yargılanan ve ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılan iş insanı Osman Kavala Artı Gerçek’ten İrfan Aktan’a konuştu.
Osman Kavala’nın kendisine yöneltilen sorulara verdiği yanıtlar şöyle:
Hapishane koşullarının ağırlığına haksız, hukuksuz bir biçimde içeride tutuluyor olmanın duygusu ve ülkedeki genel gidişatın karamsarlığı eklenince sorması ayıp oluyor ama, altı yıllık mahpusluk karşısında genel olarak nasılsınız?
Sanırım vücut ve ruh sağlığımda ciddi bir hasar yok. İnsan organizması koşullara adapte oluyor. Eşimden, ailemden gördüğüm destek, dostlardan, bir kısmıyla daha önce tanışmadığım duyarlı insanlardan gelen dayanışma mesajları moralimi güçlü tutmamı sağlıyor. Sadece hapiste olmam değil, ülkemin ve dünyamızın hali de mutlu olmama pek izin vermiyor. Gene de umudumu koruyorum, umudu koruyabilmenin ruh sağlığı için gerekli olduğunu düşünüyorum.
1+1 Express dergisinin 2022 Güz sayısına verdiğiniz söyleşide şöyle demiştiniz: “Sadece delilsiz değil, son derece mantıksız da olan suçlamalarla beş yıla yakın cezaevinde bulunmak insanın yaşadığı toplumla ilişkisini sorgulamasına neden oluyor. Bunun olağanüstü bir hukuksuzluk vakası olduğunu düşünüyorsunuz, bu ve benzerleri yaşanırken, insanların özellikle de sizi tanıyanların, her şey normalmiş gibi davranıyor olmalarını yadırgıyorsunuz.” Sizinle söyleşi yapacağımı söylediğim bir arkadaş, “Kavala bütün bu olanlardan sonra hepimizden nefret etmemeyi nasıl başarıyor” diye sormamı istedi. Bu soruya yanıtınız ne olur?
Size bu soruyu soran arkadaşınız belli ki her şey normalmiş gibi davranmayanlardan. Aksi takdirde, böyle bir soru sormak aklına gelmezdi. Express dergisindeki söyleşide sadece benim başıma gelene değil, başka vahim hukuksuzluklara da daha fazla tepki gösterilmesini beklediğimi belirtmiştim. Bunların birbirleriyle ilişkisinin kurulması durumunda hukuk devletinin temellerine yönelik tehdit tam manasıyla anlaşılabilir. Ancak maalesef hukuk ihlallerinin yaygınlaşması bir tür kanıksamaya, “bizde böyle” tavrının benimsenmesine yol açıyor. Bu da durumu normalleştirmeye hizmet ediyor.
“DAHA CİDDİ KAMUOYU TEPKİSİ OLABİLİRDİ”
İlk başlarda adalet mekanizmasının çalışacağına dair inancınızı ifade ediyordunuz. Sizin bu yaklaşımınızı şekillendiren iyimserliğinizin kaynağı ne tür bir öngörüydü? Şu anda bu yaklaşımınıza dair ne düşünüyor, ne hissediyorsunuz?
AİHM’in 2019 yılında verdiği kararda belirttiği gibi ilk tutuklanmam delile dayanmıyordu, siyasi saiklerle yapılmış bir hak ihlaliydi. Gezi davasının beraatle sonuçlanmış olması, geç de olsa adalet mekanizmasının çalıştığını gösterdi, inancım boşa çıkmamış oldu. Beraat kararından sonra yaşananların, yargının siyasallaşması ve yasaların keyfi kullanılması sürecinde ileri bir aşamaya geçildiğini yansıttığını düşünüyorum. Bu kadar gözü kara bir şekilde hukuktan kopma beklemiyordum.
Geriye dönüp baktığınızda, savunma stratejinizle ilgili ne düşünüyorsunuz? Yapılandan farklı bir yöntem izlenseydi, içeride ve uluslararası alanda daha büyük bir kamuoyu yaratılsaydı, kampanyalar düzenlenseydi, sizce sonuç farklı olmaz mıydı?
Geçenlerde Dışişleri Bakanı’nın da belirtmiş olduğu gibi, yurt dışından gelen, AİHM kararına uyulması ve benim serbest bırakılmam ile ilgili talepler, siyasi müdahaleler olarak ilan edildi, böyle bir propaganda yapıldı. Bu da yargının siyasi tercihlere uygun biçimde davranmasını meşrulaştırmaya, AİHM kararlarını değersizleştirmeye hizmet etti. İçeride daha ciddi bir kamuoyu tepkisi etkili olabilirdi. Ancak, toplumun bir kısmı iktidarın söylemlerini sorgulamıyor, bir kısmı da önceki cevabımda değindiğim gibi, bu tür sorunların vaka-i adiyeden olduğu şeklinde bir düşünceye kendilerini inandırıyor.
“GEZİ’NİN BEYNİ YOKTU, KALBİ VARDI”
İktidarın Gezi olaylarıyla ilgili özel bir hesaplaşma programı olduğunu ve sizlerin de bu çerçevede cezalandırıldığını görüyoruz. Öyle ki, Anayasa Mahkemesi’nin Gezi davasından tutuklanmış olan Hatay Milletvekili Can Atalay lehine kararı Yargıtay’ın sopasıyla karşılık buldu, iktidar içinde de büyük bir çatlak oluşturdu. Sizce iktidar cephesi açısından Gezi olayları ve Gezi davası neden bu kadar net bir kırmızı çizgi?
Kırmızı çizgi uygun bir tanım mı, emin değilim. Bence iktidar Gezi davasının kendisine siyaseten fayda sağladığına inanıyor. Bu davayla sivil toplum kuruluşlarına iktidarı rahatsız edecek türden faaliyetlerde bulunmamaları yönünde güçlü bir mesaj verildi, verilmeye devam ediyor.
İddianamedeki suçlamalar ve sonunda verilen mahkûmiyet kararları Gezi’nin dış güçlerin hükümeti devirmeye yönelik kalkışma teşebbüsü olduğu şeklindeki siyasi söyleme dayanak olma işlevini görüyor. İlk başından beri hapiste bulunmam da bu kalkışmanın dış güçlerin bir komplosu olduğuna dair kurgunun kanıtı gibi sunuldu. Bu kurgu sadece Gezi olaylarıyla kısıtlı kalmadı, kitlesel protestoları ve muhalefeti dış güçlere hizmet etmekle itham eden söyleme destek olma işlevi de gördü.
Taha Akyol’un Karar gazetesindeki bir yazısında “AK Parti son on yıldaki yanlışlarını dış güçler kavramıyla ve muhalefete yönelik ‘ihanet’ suçlamasıyla örttü” tespiti çok yerinde. Bu kavramın ve suçlamanın otoriterleşmeye meşruiyet kazandırmak için de kullanıldığına işaret etmek gerekir. Gezi protestoları hızlı bir şekilde birçok şehre yayılmış, beklenilmeyen bir kitleselliğe ulaşmıştı. İnsanların protestolara katılmak için farklı motivasyonları vardı, ancak parkın korunması birleştirici ve gösterilere anlam ve meşruluk kazandıran ortak talepti.
Daha önce de söylemiştim, Gezi protestolarının bir kumanda merkezi, beyni yoktu, ama kalbi vardı, kalbi Gezi Parkı’ydı.
“CAN ATALAY KARARINDA DA GÖRDÜĞÜMÜZ GİBİ…”
Ülkemizde bazı siyasi davalarda yaşananların, Nazi yargı sisteminin alameti farikası olan, suç sayılan eylem olmasa da cezalandırmayı meşru gören düşman hukuku anlayışını yansıttığını düşünüyorum. Bunlar olağan hukuksuz tasarruflardan, hukuk hatalarından farklı. İnsan hayatına değer veren, özgürlükleri koruyan hukuk anlayışına bir karşı çıkış söz konusu. Normların bağlayıcılıkları yerine, siyasetin belirlediği önceliklere tabi olmak söz konusu. Siyasi aktörlerden müsamaha ya da destek bulunca, böylesi radikal bir anlayış kendisini mevcut yasalardaki yazılı tanımlara, hatta, Yargıtay’ın son Can Atalay kararında da gördüğümüz gibi Anayasa’nın amir hükümlerine uymak mecburiyetinde görmüyor.